Utku Yıldırım: “Gerçeğin Kurgusu Yaşamı Vermez, Yaşamı Hiçbir Şey Veremez.”

Söyleşi: Gökçe Özder

Utku Yıldırım 1988 doğumlu, Küçükyalılı. İlk öykü kitabı Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor 2018’de, ilk romanı Kusursuz Bir Mesafe ise 2021’de Dedalus Kitap’tan çıktı. Hayatında Değil Yerin isimli ikinci öykü kitabı yakın zamanda İthaki Yayınları’nca yayımlanan Utku ile sahaflarda eşelenmek, sünnet çocuğunu düşüreyazmak, Ümit Ünal, denizce gökler, güvenilmez anlatıcılar, kendini bilmez yazarlar, ilk görüşte aşk ve domatesler üstüne konuştuk. 

Merhaba Utku. Yeni kitabın hayırlı olsun öncelikle.

Merhaba, ülkemize hayırlar getirsin dilerim. Gerçi Kemal Tahir o meşhur soruyu bana sorsaydı Rasim Öztekin’i anarak “Edebiyatımız diye genel bir durum yok,” derdim. Hadi düzgün bir cevap vereyim: “Küçükyalı eksik, Küçükyalı.” Ki öykülerde Küçükyalı da yok. Var.

Sen yazarsın da Küçükyalısız olur mu hiç. İlla ki vardır. 

Yine de ben en çok kitabın son öyküsünü ilginç buldum. Bu öyküde, normalde hiç söyleşi vermeyen, ortamlarda görünmeyi pek de tercih etmeyen bir yazarın halka açık bir söyleşisini okuyoruz aslında. Öykünün kimi yerlerinde yazarla seni özdeşleştirebileceğimiz ipuçları olduğundan ister istemez bu metin bir çeşit poetikan mı veya muhtemel tepkilere/sorulara cevabın mı diye düşünmeden edemedim. Elbette sen de okurun böyle düşüneceğini öngörmüşsündür. Öykünün sonu da çok etkileyiciydi doğrusu. Bazı meseleleri muğlak bırakmayı sevdiğini biliyorum ama yine de sormak istedim: Bu öyküdeki yazar ne kadar sensin? Cevapları ne derece sana ait?

O öyküyü yazalı beş yıl oldu. Mesela beş yıl önce kimdim ki poetikam neydi. Şimdi Michel Tournier okuyorum, Kısa Düzyazılar, denk geldi: “Dürer kendi imgesi üzerine kendine hayran olmak için eğilmez, kendi kendine -ve beş yüzyıl ötesinden bizlere- ‘Ben kimim?’ diye sormak için eğilir.” (s. 40)

Bunun aşaması çok. Aşama aşama gerçeklik. Sünnet çocuğunu az daha tahttan düşürüyordum, yeniçeri kostümüm cortladı da pantolonum ahalinin önünde patladı, bunlar yüzde yüz doğru. “Oğlum senden edebiyatçı falan olmaz,” diyen hoca haklı çıktı. Üç saniyede dört kilo domates yemem tamamen yalan çünkü öyküde böyle bir şey yok, gerçekteyse nelerin yaşanabileceğini kimse bilemez. Eh, bazı şeylerden çok eminim ama en önemli şey eksik bu öyküde: Anlatıcının cevapladığı soru? Yok. Cevapların üzerinde yükseldiği temel belirsiz, zihin de boşlukları sevmediğine göre hemen bir hikâye uydurabilir ki elimizde dört tane var, dört hikâye bir doğruyu götürür. The Fabelmans’ta çok güzel bir sahne vardı: Dede başından geçen bir olayı şişirerek anlatıyor, çocuk babasına dönerek dedesinin yalan söyleyip söylemediğini soruyor. Babanın cevabı müthiş: “Yalan söylemiyor, sana bir hikâye anlatıyor sadece.” Bunların yanında utanmayı çok severim, sık sık utanarak kendimi hizaya çekerim. Bu öyküdeki karakter utanmaz, ben değilim. Karakterin söylediği hiçbir şeyi söylemezdim. Öykünün sonu gerçekleşmedi ama mahkeme bölümü gerçek. Tüm bunları siyah şekillerden çıkan anlamdan kapıyorsun, harfler gerçeğin ne kadarını kuşatabilir de aktarabilir? Güvenilmez röportaj.

Valla çok haklısın. Ama senin metinlerin söz konusu olunca kurgu-gerçeklik ikilemi üstüne düşünmek farz oluyor. Aslında özellikle İskandinav coğrafyasından gelen bir akım var: Kişinin doğrudan kendi hayatını, kendini merkeze alarak anlattığı… Karl Ove gibi popüler bir örneğimiz var mesela. Karl Ove’yle birlikte eski eşi Linda Boström Knausgaard’un bir çeşit karşı anlatı biçiminde yazdıkları var. Dünyada bu derece popüler olması tesadüf gelmiyor bana. Sanırım insanın dedikodu ve kaos ihtiyacından kaynaklanıyor.

Sen de zaman zaman kurmaca-gerçeklik arasındaki sınırın çok muğlak olduğu şeyler yazıyorsun. Bu yazım tarzına yönelik okur olarak bakış açını merak ediyorum.

Önceki soruya ek: Salamina Askerleri’nde anlatıcı Javier Cercas nam bir karakter. Salamina Askerleri’nin yazarı zaten Javier Cercas. Anlatıda Javier Cercas (karakter olan) bir metin üzerinde uğraşıyor. Ama: Hangi Javier Cercas, kahraman olan mı, okuduğumuz metnin -aynı zamanda metindeki metnin yazarı olan mı, yoksa en Javier Cercas mı? Hangisi hangi Javier Cercas? Önemli değil, hikâyeyi umursuyorum. Önemli olan hikâye, kaosa ne kadar gömülürse gömülsün, gerçek (?) olsun veya olmasın hikâye. Bu olup olmamanın arasında ürkütücü bir boşluk var, oralarda dolanıyorum bazı. Dediğin makul, kurgu-gerçeklik meselesinde beni tanıdığın için öyle söylüyorsun ama ben senin kadar emin değilim hiçbir şeyden, hikâyeler(im)e hakikat konusunda senin güvendiğin kadar güvenmiyorum demek ki. Gerçi hikâyelerin güven talep ettiğini sanmam, kurguda inancı istediğin kadar kaldırıp indir. Okur bu meseleyi ne kadar göz önüne alırsa hikâyelerden o kadar uzaklaşır. Kavgam’ın hiçbir cildinde Knausgaard’un kendi yaşamını anlattığını düşün(e)medim, böyle bir şey benim için mümkün değil. Beynimizin, bilişimizin, nöral işleyişin hemen kurguya çevirdiği şeyden bahsediyoruz. Gerçeğin kurgusu yaşamı vermez, yaşamı hiçbir şey veremez. Kurmaca söz konusu olduğunda yaşam gereksizce önemseniyor, yaşamın doğurduğuna nüfuz etme niteliği kurmaca açısından çok su götürür. Yaşam kayıp, elimizde metinler var. Varlığı şüphelinin, hadi belirsizin andacı.

Doğru, iddialı bir cümle olacak belki ama seni tanıyorum. Dahası “yazar sen”i tanıyorum. Seninle tanışmam bundan on sene öncesine ve yine yazdıklarına dayanıyor. Kişisel bloguna okuduğu kitaplar hakkında yorumlar yazan toy bir lisans öğrencisiyken, blogunda her gün bir yeni kitap paylaşan senin gibi bir delinin yazdıklarını okumak bana büyük keyif veriyordu. Yazdıkların üstünden senin Küçükyalı’da oturduğunu, sahaf kurdu olduğunu, müziği çok sevdiğini anlamam zor olmamıştı. Benim bildiğim on küsür senedir neredeyse her gün okuduğun yeni bir kitap hakkında sayfalarca notlar yazdığın bir blogun var. Blog yazarlığınla alakalı sormak istediğim çok şey var aslında ama ben en çok merak ettiğimi soracağım: Ciddi bir sahafperver olmanın da etkisiyle bazen sadece merak ettiğin için okuyorsun pek çok kitabı. Bunlardan bir kısmı da sahiden “okumasam da olurmuş” dedirtebiliyordur eminim ki sana. Bu türden bir okuma biçimi yazarlığını nasıl etkiliyor?

Sahafta bulduklarımdan ziyade büyük büyük yayınevlerinin bastığı metinler “okumasam da olurmuş” dedirtiyor. Sahafların eleği iyi metni tutmada daha pek sanki, neyi nasıl arayacağımı da yıllar içinde az buçuk kestirince kötü metinle az karşılaşır oldum. Sahaftan bahsediyorum bu arada, istifçiden değil. Vitrindekilerdense sahaftaki yığınların altında kalanları yeğlerim. Çok kısa: Yine eşeleniyorum bir gün, en alt rafın tozunu dumanını dağıtınca, aa, Aşkın Alfabesi, Ümit Ünal. İyi Şeyler’in bastığı son kitap muhtemelen. Okudum, yahu müthiş müthiş! O heyecanla Ünal’a mesaj gönderdim, cevapladı sağ olsun. Özeti şu: Kitap basılmış, dağıtıma verememişler çünkü yayınevi şak diye kapanmış. Şimdi bu kitabın varlığından nasıl haberin olacak, rastlamazsan ıskalayacaksın. Bu yüzden “edebiyatımız” demeye dilim varmıyor. Vitrindir, kanondur, ne dersen de, yani zaten bir nevi edebî metodolojidir ve baştan sona her zincirin eklenme nedenini anlarsın ama bizde bu yapı sağlam değil bence, örneklem kusurlu, çeşitli gerekçelerle dışarıda kalan o kadar çok metin var ki onları bilmeden her şey eksik. Dışarıda bırakılmış değil, varlığından haberdar olunmayan metin. Sahafa bir kez olsun gitmemiş birinin konuyla ilgili görüşlerine önem veremiyorum bu yüzden. “İyi metin bir şekilde kendi yolunu açar.” Duyduğum en saçma şeylerden biri. Sahaflar bilinmeyen iyi metinlerle dolu. Burhan Günel’i kim biliyor?

Okuduğum son “kötü” metni hatırlıyorum, 1960’larda sanat âlemine girmeye çalışan bir adamın zehir zemberek yazdığı anılarıydı. Ellinci sayfada bıraktım çünkü anılar öyle nefretle doluydu ki rahatsız olmuştum, hakaret içermeyen sayfa yoktu neredeyse. Sonra akşam oldu ve adamın patolojisini daha iyi anlamak istedim, bıraktığım yerden devam. Bir sövüyor, bir ders veriyor, bir sanatın güzelliğinden bahsediyor. Deli midir, delilik derecesinde öfkeli midir, nedir o adam yani. Şaşıra şaşıra bitirdim kitabı, ilginç bir vaka. Öykü çıktı o adamdan, oysa işin gücün olsa okumazsın o metni. Kötü metin konusunda biraz esneğim galiba. Kötü metnin zamanla, emekle ilişkisini düşünüyorum, zamanım çoksa “okumasam da olurmuş”a tahammülüm var, yazıya çiziye katık çıkabilmesi en önemli neden. Sırf okur olsam ellinci sayfada bırakırdım ama. Okumak yazmaktan daha zahmetli açıkçası. Keçiboynuzu.

O kitabı okuduğun zamanı anımsıyorum. Dahası okuduklarından yola çıkıp çok güzel bir öykü de yazmıştın. Aslında sana katılmıyor değilim: Çoğu zaman vakit kaybı gibi görülebilecek kitapları okumak bana da iyi gelmiştir. İlla ki bir bakış açısı, yazmaya veya öyküye dair bir ilham yakalıyor insan. 

Yani Yavuklum Bir Vampir falan okumuyoruz da okusak ne çıkar, herkes kafasına göre okusun. Beyin gelişiyor, sol lobda yeni bağlantılar kurulurken sağ lob da geri kalmıyor, bir şeyler yapıyor o sırada, kafa işler tutuluyor. Ben en son üniversitede Alacakaranlık’ı okumuştum sabahlara kadar, sonra bulaşmadım ama o da iyiydi. Öyle seher vaktine dek okuduğum başka bir şey çıkmadı, iyi ki o zaman okumuşum. Zaman az, okuyacak şey çok ama bunları da bilelim. Aptalların neden sekiz saat uyuduğunu anlayalım falan. Yüzüm ekşidi şunları yazarken, her şeyi de anlamak zorunda değiliz ya, vazgeçtim. Herkes kafasına göre. 

Pek bahsetmeyi sevmediğin ama benim fangirl’ü olduğum minik bir müzik grubunuz var. Harika şarkı sözleri yazıyorsun, müziklerin ritimlerine bayılıyorum, sesin de parçalara çok yakışıyor. Oldum olası müzikle ilişkin iyiydi sanırım. Yazdıklarında da mutlaka, doğrudan veya dolaylı olarak bu ilişkiyi görüyoruz. Müzik edebiyat ilişkisi üzerine bize neler söylersin?

Konservatuvara gitmek istedim, çarkı edebiyata kırmak zorunda kaldım. Annemin gönlünü yapmam lazımdı. Edebiyat ucuz ayrıca, para biriktirmen gerekmiyor ekipman için. Memur aileden memur çıktı sonuçta. İstediğimi ama yapamadığımı alayım o zaman edebiyata, kurmaca görgümce tıkıştırayım. Benzerlerine baktım, biraz daha öğrendim. İşte, ne var, Iain M. Banks’ten Rock Laneti, Dave Grohl’un Hikâyeci’si, Müzik UğrunaDünyanın Bütün SabahlarıÜtopya YoluNoktürnler, gidiyor böyle. Son yazdıklarımda müzik pek yok, olamama derdimi aştım veya öteledim biraz, bilmiyorum. Bu kitaptaki öykülerin en genci beş yaşına girecek, o zamanlar daha bir müzikmiş demek ki. En başta müzik gerçi, edebiyat sonra geliyor. Borges’in mevzuyla alakalı bir sözü vardı, sonradan aradım taradım ama bulamadım. Neydi, şöyle bir şey: “Şiir koşar, özgürlüktür, manyak bi’ şeydir, süperdir ama şarkıların kanatları vardır, şarkılar uçar.” Çocukluğumdan beri uçuyorum peşlerinden, evde akustik gitarımla bir şeyler kaydediyorum, yeni şarkılar keşfediyorum. İyi böyle. Galiba. Konservatuvara gitseydim müziği bu kadar sever miydim bilmem, neyin içine girdiysem onu sevmemeye başladım şimdiye dek. Çiğ bilişle, ham kulakla yaklaşınca daralmayan yol, armoni öğrenip hemen unutma sebebi. Yaban sezgi.

Müziğin yanı sıra iyi bir şiir okurusun da aynı zamanda. Fakat şiir yazıyor musun, işte bunu hiç bilmiyorum. Genellikle düzyazı yazarları şiire mesafeli olur, ondan beslenmeyi es geçer veya tercih etmezler. Senin şiirle ilişkin nasıl?

Müstear isimle birkaç dergide görünmüştüm, mühim birileri Twitter’da dizelerimi paylaşmıştı, şiirlerimi seslendirenler de olmuştu, bu kadar. Bitti şimdilik, şiir yazmıyorum uzun zamandır. Şarkı sözüne dağıldı, oradan öyküye, anlatıya, incelemeye. Yazdığım metinlere saçıldı sanki şiir. O duyuş demeli belki. Şiirle başladım yazmaya, Lovecraft’in kozmik dehşetlerini falan işliyordum deli gibi, sonra dünyaya döndüm. Lisenin başında yazdığım şiirlerden biri aklımda kaldı: “Umurumuzda değil denizce gökler/ Kim öle kim kala insanları/ Mavi sokakları kuşların/ Bostancı’nın kıpırtısız sokakları/ Sokakları şu ruhumuzun/ Umurumuzda değil” Ha maşallah.

Ben ararım şiiri, denk geleceğimi sezdiğim metinlere bakarım. Tam değildir şiire uğramamış düzyazı ya, çekmez, düzdür işte. Tuhaflık uydur, icat çıkar, muazzam yapı kur falan, iyi ama dili bunlara altlık ettiysen olmuyor, aynı irtifada gezinmesi lazım dilin. Söyleyişin biricikliğini başka duyamayız. Duymalıyız. Duymak istiyorum.

Hayatında Değil Yerin, bana karakter bakımından ilk iki kitabına göre daha çeşitli ve renkli geldi. Karakter dünyanı çeşitlendirmek üzerine çalışıyor, kafa yoruyor musun?

Karakterin anlatıyı nasıl şekillendireceğini düşünüyorum, tutarlılığı düşünüyorum, üslubun özgül ağırlığının büktüğü anlatı yüzeyinde -pff- karakterlerin değişebilecek konumlarını, davranışlarını, şunlarını bunlarını düşünüyorum. Göreceli karakter. Kafa yoruyorum ama çeşitlendirmek için değil, daha ilksel bir sebebe bağlı olarak. Kurulum, hikâye daha önemli. Karakter hikâyeyi takip etmek zorunda, hikâye karakteri değil. Gerçi yarın tersini söylerim bunun, hesaba kitaba gelmeyecek meşgale. Belki mevzular daha çeşitlidir ilk iki kitaba göre, renklilik ondandır. Ama şu da var, ilk iki kitaptakileri özlüyorum çünkü son gelenlerin ayakları yere basıyor. Uçarılık iyiydi. Bunların yolu besbelli, oysa patikalar belirsiz. İçgörüyle fark edilen, pek az insanın geçtiği.

Düzenli blog yazma alışkanlığın olduğu için öykü ve romanlarını da hızlı yazdığını tahmin ediyorum Yazma tarzın nasıl? Hızlıca yazıp sonrasında cümle cümle üstünden mi geçersin yoksa yavaş yavaş ve düşünerek yazıp ilk seferde temiz bir iş çıkarmayı mı tercih edersin?

Uzun zamanda yazdığım bir şey yok, ne çıkarsa hemen çıkıyor, sonra incesine geçiyorum. “Sonra” ne zaman gelirse. Metin duruyor öyle, paslanıyor, raspalıyorum. İnceleme yazarken bir şeyler dinliyorum, öykü yazarken dinlemiyorum. İnceleme bitince dönüp bakmıyorum, öyküye üç beş kez bakıp bırakıyorum. Göremediğim şeyler mutlaka kalıyor, bu durumda editörüme güveniyorum. “Hayır, bu böyle olmalı,” dediğimi hatırlamıyorum çünkü hayır, o öyle olmayabilir. “Öykü gelmesi” diye bir şey var, geliyor, yazıyorum ve bitiyor. Tamamlayamadığım gelişten hayır gelmiyor çoğun. Öykü gelmesine, ilk görüşte aşka ve domateslere inanıyorum. Kendimden razıyım. Gerçi yarın tersini söylerim bunun, hesaba kitaba gelmeyecek meşgale.

Ben de senden razıyım Utku. Sen hep yaz!

Okuyalım, yaşayalım, anlayalım, zaman kalırsa da yazalım. En iyisi sahafa, İsmail Abi’ye gidelim ya hadi!

Hadi!

1 geri izleme / bildirim

  1. Güven Turan - Bakır Çalığı - kitaplardananlamayanadam

Bir Cevap Yazın